28 Aralık 2011 Çarşamba

Alıntı

Orhan Veli Kanık, aşağıda bir kıtasını alıntıladığım, “Denizi Özleyenler İçin” şiirinde bahsettiği damların üzerinden geçen gemileri, meğer Boyacıköy yokuşundan aşağı inerken görmüş. Bunu eski İstanbullu ve pek değerli bir beyefendiden öğrenme şansına eriştim.
Eski İstanbul severler, o yokuşu üşenmeden çıkın, sonra inerken damların üzerinden geçen gemilere bakın. Orhan Veli gibi görmek ne mümkün... Olmadı hayal edin...

“Gemiler geçer rüyalarımda,
Allı pullu gemiler, damların üzerinden;
Ben zavallı,
Ben yıllardır denize hasret,
Bakar ağlarım.”

lenny bruce


“Life is a four letter word”

IT CROWD


Daha komik, daha müthiş biz dizi gelmedi ve gelemez sanırım.

hastasıyız... izlemeyen kalmasın...

Kısa Bir Özet

Her gün en az 9 saat çalışıp, günde 3 saat içerisinde bir aylık maaşı çıkarıp, sonraki sefil günleri patronun cebine çalışıp, sanki yaptığın işler dünya maneviyatına değer katacak işlermiş gibi her gün hizaya çekilip, arada bir enseye birer aferinlenip olmayacak duaya kariyer planları yapılıp, bir de aynı kümeste çalıştığın herkes çok insanmış gibi senede iki defa aynası iştir değil verdiği göttür diye değerlendirilip, satılmış değerlendirmelere göre hayali merciler tarafından sana göz dağı yolunun adresi verilip, ip boynuna bir takılıp, bir gevşetilince ve üstüne herşeyin doğru, ağızlarından çıkacak her lafın kanun olduğunu,bunun adaletli bir sistem olduğunu söyleyenler, her sene verdikleri sus paylarının haricinde cukkaladıkları altın madenlerini en güzel ve en değerli bölgelerine sokup sokuştururken, personel rumuzlular ise hala daha lunaparktaki aynalardan yansıyan ucube görüntülerini görmeyip ve bir yalana inanıp, hayat namına yarışı göğüslemeye çalışırken, bir stres daha bin stresin üstüne derken, yumuşacık ve sıcak yataklarında bir buz kütlesi içindeymişcesine titreyip uyuyamazken, öfke ve sinir küpü formunda , vücutlarının bilimum her yerlerlerinde, saniyenin her salisesinde iş çıkarırlarken bir an durulacak ve görülecek ki, burası dünya değil ve aslında kimse henüz doğmamış.

27 Aralık 2011 Salı

Hollywood 90210



Luke ve Kelly hastalarının aksine, ben Steve'i beğenirdim.

yolun sonu göründü dude!

"ata yok, tayyip yalan!" Bahadır Baruter

Ev'e ithafen


Eskiden evde uzun süre vakit geçirmek keyifliydi ama kale senin olmadığından arkadaşlarında, akşam dışarılarda vakit geçirdiğim zamanlar da çok olurdu. Biricik annemin kendi elleriyle kurmuş olduğu düzen içerisinde yaşayan, kurallara uyan bir canlıydım. Fakat asla hakkını yememem lazım, diğer arkadaşlarımın annelerinin aksine, benim tatlı annem hiç baskıcı değildi biz o yaşlarda ev canlısı iken. Kendisi o zamanlar da ve hala daha benim sırdaşım ve en yakın arkadaşımdır “anne” olmasının yanı sıra. Annem hep bizi anlamaya çalışır ve eğer ihtiyacımız var ise deneyimlerinden bahseder ve doğru yolu bulabilmemiz için yelkene biraz rüzgar verir. Annelik mesleğini bu şekilde icra eder. Ama dediğim gibi ev düzeni konu olduğunda annem” anne olur birden. Bu nedenle o zamanlar hep hayalini kurduğu bir ev vardı elbette. İçerisinde istediğim herşeyi yapabileceğim , sevgi ve aşkla dolup taşan bir ev.
Evet, şu anda bu hayalimi gerçekleştirdiğim bir fakirhanemiz var,kocam, ben ve minik kedimiz evin sahipleri.Evi baştan sona yıkıp, en ufak iğne deliğini bile görmemezlikten gelmeyip ince eleyip sık dokuduk ve yeniden yarattık.
Bu evin en sevdiğim yerlerinden biri de salonumuzun şu an benim oturduğum yerden gördülen kısmı. Aslında bu karede fil tablosu ve bisiklete binen sevgililer başrollerde. Bu iki obje bana çok romantik geliyor.
Evimi çok ama çok seviyorum. Bir insan o fil tablosunun yanına gidip hortumunu okşayıp günaydın der mi? Ya da tencerelerine bile birer isim takar mı? Evimi çok seviyorum duvarlarında kimsenin gözüyle ayırt edemediği ama benim sadece görebildiğim çok değerli boya darbeleri var. Duvarlarına sinen hoş kokulu yaşanmışlıklar var.
Her geçen gün daha da güzelleşecek evimiz buna eminim. İnsanın içinden gelmeli en nihayetinde. Daha önceden oturduğum bekar evim gerçekten dökülüyordu, sadece “etiler” de olduğundan olsa gerek o kirayı vermek durumundaydım.İşime çok yakındı.
Ev o kadar kötüydü ki ilk taşındığımda ne yapsam diye düşünüyordum. Fakat bir gece tek başıma içtiğim bir şarap ve mum ışığı o evi değiştirmeye başladı bile. Sonra gidip ufak tefek şeyler aldım. İlk defa kendi kendime yapabilir miyim acaba dediğim “erkek işi” olan işleri yapmaya çalıştım ve gayet güzel de yaptım. Matkapla duvarları deldim, kitaplık yaptım, yerdeki karoların arasına bile dolgu yapmıştım.
Neyse yaklaşık 2 ay sonunda ev cici bir ev oldu.
Şu anda yaşadığımız ev daha profesyonelce yapıldı.İlla ki biz hep başında durduk. Yoksa çok komik şeyler olabilirdi. Onlar da ayrı hikaye. Yaklaşık 2 ay mutfaksızdık. Kağıt tabak kullanmak desarj ediyordu. İşten gelince yemek yediğin tabağı yıkamak yerine çöpe atıyordun. Neyse ki mutfagımız geç de olsa günün birinde takıldı. O gün çok komikti. Öyle izledik "mutfak odası"nı.
Şayet çok farklı bir yer değilse, dışarıda yemek yemek pek keyifli gelmiyor. Kendim yapmayı tercih ediyorum. Tabi eve çakılı kalmadık, dışarıda da vakit geçiriyoruz bu hayatın bir rutini elbette. Sonra eve dönüş yolu çok keyifli oluyor.
Dediğim gibi şu anda dışarıda olmak bana çok fazla haz vermemeye başladı. Yalnızca yeni yerler keşfetmek ve bu yüzden evden ayrı geçirilen sayılı günler keyifli oluyor. Marmaris/Selimiye sanki benim ileride yaşayacağım yer gibi. Bu yüzden oraya fırsat buldukça kaçmak ve mis gibi kekik kokan tepelerden aşağılara bağırmak güzel oluyor, bir de çarşaf gibi denizine yaz kış demeden cuppa girmek, sırt üstü yatıp sadece suyun, bana özel kulaklarımda duyabildiğim melodisi ile hayal kurmak çok zevkli.
Çok güzel ve eşşiz yerler var görmek istediğimiz. Keşfetmek üzere , bilmediğim yerlere gidiş yolu zevkli olsa da, evime dönüş yolu da hic ic burkmuyor acikcasi.
Evimle ilgili yazı yazmasam olmazdı. Yaptım.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Gece yarisi

Bazen özlemek uyuyamamak gibidir yatakta. Eninde sonunda dayanamaz, birakirsin kendini bilinmezligin uzerini orttugu o koca yataga.

Dam üstünde hedonist, vur beline kazmayı

“İç bade, sev güzel var ise aklı şuurun.
Dünya var imiş, yok imiş ne umurun.”

25 Aralık 2011 Pazar

26.12.2011

Güneşin yüzünü pırıl pırıl gösterdiği güzel bir sabah. Erken uyanmamak elde değil.
Balkondaki saksılara ektigim fesleğen, maydonoz ve kiraz domateslerim filizlenmiş... çok sevindim. Onları afiyetle yiyeceğim günleri bekliyorum. Biraz vahşice oldu ama napayım...
Minik, patileriyle onlara dokunmaya yeltendi ama “miniiik!” diyen annesinin sesini duyunca patilerini tırıs tırıs onlardan çekti.
Şu anda salonda büyük bir mutluluk içerisinde bu yazıyı yazıyorum. Güneş tenimi ısıtıyor. Salondaki çiçeklerim de durumdan çok memnun.
Çayımı höpürdetirken, bu haftanın güzel hatta harika geçeceğini şimdiden biliyor olduğumu da yazmak isterim.
2011’in son Pazartesi günü, sana elveda diyorum şimdiden ve teşekkür ediyorum çok güzelsin.

Berna.

18 Aralık 2011 Pazar

Çıtır çıtır kızarmış kalkan da dünyanın en eşsiz tatlarından be…

14 Aralık 2011 Çarşamba

Please Daddy Don't Get Drunk this Christmas

Gelmiş geçmiş en gerizekalı christmas şarkısı bu sanırım... Adamın eline bir adet krismıs ağacından kozalak vermek istiyorum, beni yormasın kendisi yapsın.

andy sağol warhol

Rüzgar için bir şarkı

Büyüdüğün zaman seninle saatlerce müzik dinlemek istiyorum. Canım benim.

Dinsel özgürlük teorisini yayan Fransız anarşisti Emile Armand’ın evlilikle ilgili bir sözü;
“Bugün artık evlilikle, fuhuş arasında hiçbir fark kalmamıştır. Evlilik, uzun vadeli bir fuhuştur. Fuhuş ise kısa vadeli bir evlilik.”Kilisenin selamet ordusunun yıllar boyu usanmadan dini telkinde bulunuşunun verdiği sabır ve inatla bu mesajı vermeye çalışmış, tabii ki adamın ciddiyetine inanmayanlar tarafından ahlaksızlıkla suçlanmış.
Aslında Armand, bu sözüyle gerçek anlamda sevgi paylaşımının kutsallığını biraz ters bir söylemle dolaylı olarak anlatıyor.Yani önce insanların severek evlenmesini, sevişmelerinin kişilerin arasında doğan sevgi ile olmasının doğru olduğunu, bu birleşmenin çocuk yapma güdüsünün etkisiyle olmaması gerektiğini söylüyor. Hatta o devirde erkeklere sevdiğin kadınla sevişirken lütfen bir zahmet hamileliği önleyici metodlardan söz et diyor.
Adam bu yukarıda yazdığım teorisinin geçerli olduğu 60’lı yıllara kadar yaşayabiliyor. Derken dönemim önde gelen anarşistlerinden, Emma Goldman denilen hanım teyzenin doğum kontrolü kampanyasının getirdiği yankı, Armand’ınkini bastırıyor… O da ayrı bir konu.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Elektiriği olmayan ama Shakespeare'si olan Narlıkapı Tiyatro'su, Aydın Boysan anlatıyor.

"Bıkma Yaşa" kitabını okumayan kalmasın... Kitapta tekrarlar çok ama o kadar da olsun diyoruz.
Aydın Boysan'ın rakı masasında paha biçilemez bir kaç saat geçirsem demeden edemiyorum. Bunu benden başka diyen sayısız kişi vardır, şüphe yok.

bir zamanlar samatya da... | izlesene.com

9 Aralık 2011 Cuma

Yeme de yanında yat dostum


Bu yemek birazdan mideye yelken açacak... Valla atmasyon ama aslında pek bilindik bir tarif gibi.
Derin dondurucuda niye sakladığımı hiç bilmediğim kebapçı pidelerinden dolayı bu yemek pişecek birazdan. Pideler bana ilham verdi, bunu belirtmem lazım.
Patlıcan ve patatesleri küp şeklinde doğrayıp kızarttım. Patatesler çıplak, patlıcanlar pijamalı idi…
Not: Acısı gitsin diye kızartmadan önce patlıcanları bir saat süre ile tuzlu suda boğdum.
Pideleri de iskenderin altındaki şamandıra modeli misali küçük parçalar halinde kestim ve fırın kabının altına dizdim kardeş kardeş.
Bir yandan yarım kilo kuzu kuşbaşıyı soğan domates ve sivri biberle bir güzel kavurdum.
Ayrı bir tencerede ise, salça-fesleğen-kekik üçlemesini tereyağında bir güzel eyledim. Sosa biraz da su kattım.
Sosun bir kısmını fırın kabının en altında yatan pide güzellerine döktüm. Pidelerin üzerine kızarttığım arkadaşları, onların da üzerine etli karışım koydum. 4. kata da sosun kalanını döktüm.
Birazdan parmesan rendeleyip 5. katı çıkacağım.
Sonra 200 derece santigrat fırına hop yallah. Sanırım 20 dakika sonra şölen başlar...
Şefimiz bu yemeğin yanında süzme yoğurttan yapılmış bol köpüklü ekşimtrak ayran öneriyor. Lütfen büyük bardakta ve buzlu içiniz.

Bon Appetit!

Cacık ( Nasıl kafayla yazıldı bilemem ama süper halet-i ruhiye şarkısı... Saygıyla sevgiyle selamlıyoruz seni Barış Manço)



Sözüm meclisten dışarı dostlar
Bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum
Hani dilim dilim dograsalar beni
Marmara ege karadeniz
Ve hatta akdeniz cacık olur diyorum

Dedim öylesine büyük ki dostlar
Hani beni kırka yarıp yine kırka bölseler
Kırk bostana gübre diye serpseler
Kırkbin ot biter de kırkbin derde deva olur diyorum

Ne oldu bana böyle durup dururken
Oğlan aldı başını gitti
Kız zaten lafımı dinlemezdi
Düğmem kopuk paçam sökük
Oramda buramda çengelli iğneler
Bir de çengelli iğne
Nazar bozar derler
Hanımın çorabı kaçık başında bigudiler
Karabaş bile karabaş bile
Yüzüme bakıp bakıp havlıyor

Sözüm meclisten dışarı dostlar
Bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum
Dilim dilim doğrasalar beni
Akdeniz ve hatta hint okyanusu
Ve hatta atlas okynusu
Ve hatta hatta büyük okyanus
Cacık olur diyorum böyle cacığa rakı mı dayanır

Çivi çiviyi söker derler
Soğuktan donanı buzla ovarlar
Ben zaten yanmışım dostlar
Peki beni fırına mı koysalar

28 Ekim 2011 Cuma

Jazz Café Alto- Amsterdam


Ufacık tefecik içi dolu turşucuk. Çok nefis bir mekan. Işınlanmak istedim şu anda.

27 Ekim 2011 Perşembe

Güzel iki film, güzel iki film müziği

Garden State/Let go (Bu şarkı da tıpkı filmi gibi, tatlı bir tortu bırakıyor.)



500 Days of Summer - The Smiths - There is a light that never goes out (Hastasıyım ulaaan diye bağırıyorum içimden şu an, bir keresinde 1 şişe şarap ve 10 küsur kere bu şarkıyı dinledim. Karanlık ama asla iç burkmayan bir aşk şarkısı, aşkın bu kadar güzel tanımlandığı başka bir şarkı var mıdır derseniz, bence yok.)

19 Ekim 2011 Çarşamba

misal

Bir keresinde petrol tankeri batmış ve bütün petrol denize dökülmüştü... Yangın çıktığında ben de denizin içinde, diğer canlılarla birlikte ağlıyordum. O kadar çok ağladık ki yangını söndürdü göz yaşlarımız. Doğayı kurtaran yine biz olduk.

Yazan deniz kızı.
Sabahların anlamını bir türlü anlayamadım. Hafta içi uyanabilmek için, sabahları yataktan kendimi kazıyor olduğumu biliyorum, aman sabahlar olmasın modunda yatıyorum her gece.
Hatta her sabah kendi kendime “ya bir saat daha fazla uyumak için napmalıyım?” diyorum. Ama inek olduğum için işe en erken gelen hep ben oluyorum.
Hafta sonu geliyor, “holly” morning, Cumartesi sabahı… Ve Berna erken kalkıyor. Bunu neden kendime yaptığımı sorduğumda, gelen cevap; “kızım işe gitmicen ya, bünyen günü değerlendirmeni istiyor.” oluyor. Eeee hafta içi hayalini kurduğum bir saat uzun uykunun gerçeğini neden yaşayamıyorum. Bir tatmin edilemeyen duygu uzay boşluğunda geziniyor sanki.

bu şarkı hissiyata ithaf olunur öyleyken böyle;

http://grooveshark.com/s/Morning/kysXT?src=5

14 Ekim 2011 Cuma

Sergei Eisenstein/October



Potemkin Zırhlısı gibi beni en çok etkileyen filmlerinden biri, yine sessiz filmlerinden October’dir.
1927 yılında çekilen filmde inanılmaz etkileyici sahneler olmasının nedeni elbette Einsenstein’ın filmi olması, bu insanı çok uzun ele alabilirim şimdi. Tekniğini, geçmişini, sinema tarihinde çığır açmasını vb. ama şimdi bahsetmek istediğim October filmindeki ruhtur arkadaşlar… Bu nasıl bir filmdir ki her izleyişimde tüylerimi bu kadar ürpertir. Lütfen ama lütfen izleyin… Özellikle şuracığa embed ettiğim “köprü” sahnesine bir bakın. At orada gerçekten ölüyor ve gerçekten düşüyor. Halkın neredeyse %95’i oyuncu değil, gerçekten halk oynuyor. O devirde bu kadar fazla cast ile bu kadar başarılı koordinasyon nasıl olur… Bu adam uzaylı mı dedirtiyor.
Filmleri ise bir çok kere insanın ruhuna defalarca kere dokunuyor. Film müzikleri de şahane…

13 Ekim 2011 Perşembe

cik cik

Kurmalı Saat

Rahmetli dedemin piyangodan çıkan ikramiye ile anneme, genç kızlık zamanlarında hediye aldığı “Nacar” marka saatten bahsetmek istiyorum. İkramiye ile alındı, değerini tahayyül etmek zor gibi şimdi… Saat doğuştan diktatör gibi, ortamdaki herkesi, her sesi susturup, hatta kimi zaman özellikle geceleri, korkutup nerdeyim ben dedirtir insana.
Çeyrek geçe, yarım kala ve çeyrek kalalarda ve her saat başı farklı tınılarda çalıyordu. Hani kilise orgunun sesi ürkünçtür ya bu saatin de sesi öyle işte. Dedecim, ananemin ördüğü mavi yeleğin cebinden miki kulaklı kurma anahtarını çıkarır, her gün üşenmeden cırt cırt cırt çevir babam çevir, kurar dururdu rahmetli. Sabah sigarası gibi ritüele dönüşen bir davranıştı. Saatin de ihtiyacı var bi yandan… Sanıyorum saate hayat vermek için 30 kere kurma kolunu çeviriyorsun, belki daha da fazla olabilir. Şimdilik net hatırlayamıyorum bu mevzuu. Enerjiyi basıyorsun amcaya, her sabah kahvaltı niyetine, ertesi sabaha kadar götürüyor.
Saatin yaşı dediğim gibi sanırım 55 falan. Güzel anıları yaşatıyor saniyelerinde… Dedem rahmetli olduğu senenin yaz ayında, koca eve ablam, ben ve burak ile gitmiştik. O zaman ablamlar nişanlıydı, legal sayılırdı Burak’ın konaklaması. Neyse onlar tabi evde kimse olmadığından çatı katında aşk yaparken, zavallı kardeşlerini bu saatle birlikte oturma odasına mahkum etmişlerdi. Saatin durumu belli, dedem de yeni gitmiş, ablamlarda yukarıda ne yapıyorlarsa… Beni bir korku sarmıştı bu durum hali.. Her çeyreği, yarımı ve çeyrek kalaları sayıyor, aralarda uyuyabilirsem saat başında kreşendo bölümüne kalmadan rüya alemine dalmaya çalışıyordum… Tam uyuyacağım, saat başlıyor çalmaya, hassittir diye ürkerek uyanıyorum. Sanıyorum ki dedem gelmiş, rahmetli… Birazdan saati miki kulak ile kuracak…
Neyse işin zor kısmı… Ananemi bu yıl kaybettik… Onun ölümü dedeminkinden farklı koydu, hem daha bilinçliydim, hem daha fazla yaşanmışlıklar vardı, hem ansiklopedinin sayfaları daha kabarıktı, hem de dedecim kusura bakmasın ama ananemi daha çok seviyordum… Ananemin naaşı Bulak Köyüne geldiği vakit tarihte bir ilk yaşandı… Mümkün olmayan bir ayda kar yağmaya başladı ve Nacar saat durdu… Bozulmuştu…

12 Ekim 2011 Çarşamba

niyet

Hani kadınım ve edep sahibiyim ama, bazen kimilerinin suratının orta yerinde, içinde kaka partikülleri olan ve osurukla şişirilmiş bir balonu patlatmak istiyorum!
haaaa evetttt... Ya bırak bu işleri.

Bu yazı bazı zat-ı muhteremlerin makamlarının önünde yazsa diyorum

Salon Salomanje




Ev Hali

Aysel hanim teyze alüminyum tenceresini katırkutur tellerken bir yandan da midesini rahatlatacak, antiasit muadili beddua seansını başlatmıştı.
Bu sefer zavallı ineği çivi yuttuğu için ona saydırıyordu. Ne günahı varsa garip ineğin. Elbette kesileceği günleri sayıyordu ama bu kadar ani bok yoluna gideceğini bilmiyordu.
"boyu devrilesice inek...allah senin gibi ineğin...bok yiyesice inek..kasaba sucuk olacak..."
Şimdi sıra kocada
" allah onu bildiği gibi yapsın. Sabah aksam ziftleniyor ermeyesice. Ciğerleri patlayasica.Bak hala gelmedi, bezikçi osman, sülalesi batasıca!"
Kızı desen o yolunu bulmuş çoktan, libidon olmuş kendisi. Mahalledeki tüm abilere amcalara mal varlığını sergiliyordu gazeteden çıkan web kamerası ile; erkek sineklere biletsiz gösterim...
Aysel hanım teyze de tam bu sırada tenceresini tellerken ve saydırma seansını bitirmek üzereyken, birden, çok derinlerden bir ses kulaklarında yankılanır… Sanki AM radyo frekansı sesi gibi.
"imdaaattt yetiiişin, kurtarın gidiyommm. diye bağırır Aysel Teyze...
Kadıncağız bağırırken birden durur, kendi kendine söylenir.
Neyy, anlamadım… yahu kısın şunun sesini azıcık. Ne dilden konuşuyon zındıkbaşı!”
O garip sesler gelmeye devam eder.
Kızı Necla da web kamera seansını ortada kesip üzerine bir şeyler giyip mutfağa koşar..
"Kızz anaaaaa, hiiii...
Anammm noldu sana?"
Aysel hanım teyze tam o sırada gözlerini tavana dikmiş öylece duruyordu mutfağın ortasında...
Libidon kızı ise hepten salağa bağlamış, annesi kapının deliğinden bunu izleyince inme indiğini sanmış. Sözüm ona annesi kızını akşamları açıktan lise dersleri alıyor diye bilirken, açıkken liseyi aldığını bilmiyordu tabi.

"allahım biliyorum defalarca yapmicam diye tobe ettim sana, her defasında da bozdum töbeyi. Valla ne ahmete, ne ceyhuna, ne mahmut abiye falan gostermiyycem... Yeminleeee, yaa nolurr...
Anammm geri don... ya kurban olayım.
Birden Neclanın gözlerinde parlak ışıklar yanıp söner, hepsi inanılmaz parlak... İlahi ışıklar sanki, nur iniyor gibi. Derken kendini yerde bulur...
Anasinin AM frekansi sesini neclanin ortaya çıkan fantezi dünyasi bastırmış Aysel hanim teyze kızının töbesini duyup, normale dönüp arkadan neclanın kafasina saglam bir tokat vurmuştu..
"Allahhh senin belani versin, orospuuu, sittir git odana, gözüm görmesin seni. Biyu devrilesece, sigirrrr, mendebur seniii..."
"annem dondun bak, allah duydu beni... kizma kurban oldugumun ben tobe ettim zaten."

O akşam Aysel Hanım’a ne haller olduğunu kimse bilemedi. Frekansların karıştığı apaçık ortadaydı…

The Ghost of a Saber Tooth

11 Ekim 2011 Salı

Canima

Onu ne kadar cok sevdigimi yazmak istedim. Bunun yaziyla sinirlanabilecegi bir ifade yolunun imkansiz ve adice oldugunu dusundum. Cok seviyorum diyemiyordum ya da sonsuz kadar... Bunu asla ifade edemeyecektim. Nafile hepsi... Nedir oyleyse. Tadina doyum olmayan, ayni zamanda tarifi mumkun olmayan bir lezzet. Hep damagimda sanki her gun...

6 Ekim 2011 Perşembe


Güçlü kadın yoktur, hırslı kadın vardır.



Keşfedilmemesi için adını vermeyeceğim bu köyün. Böyle zavallı, naçizane bir düşüncem de yok değil işte...

Bond Çantanın Hikayesi

Yaşlı adam yıllardır elinden bırakmadığı çantasını masanın üzerine koydu, derin bir nefes aldı. Baş parmaklarıyla 4 haneli şifreyi döndürerek girdi, kare şeklindeki açma yerlerini sağa ittirdi. Çlank diye açılma sesi geldi ve usulca çantanın kapağını kaldırdı… İçinden yıllarca sır gibi çantada sakladığı ecelini çıkardı ve masanın üzerine koydu. Sonra çantanın kapağını kapattı. Şifreleri değiştirmedi…

1 Temmuz 2011 Cuma

http://www.youtube.com/watch?v=ypH_fNDdKio

Kılcal damarlarım ve kemanın telleri arasında acayip metafor kurabilirim.
Dinlerken hissiyat bu...

http://www.youtube.com/watch?v=ypH_fNDdKio

29 Haziran 2011 Çarşamba

eneee!!!

Bilmiyorum

Alnıma yapışan ve yer yer gözümün önüne düşen saçlarımın arasından, yarı açık gardırop kapağı içindeki aynada kendime bakıyor, o şarkıyı mırıldanıyordum. Bazı sabahlardan biriydi, hani sabah uyanırsın ama kalkamazsın yatağından. Bir sağa bir sola dönersin, yorganın pufuduk bir bulut gibi sarar seni. İşte öyle sabahlardan biriydi bu da. Bulutumu üzerime çektim sola döndüm ve onu gördüm.
Çok korktum. Dev gibiydi ve meraklı meraklı bana bakıyordu.
Yine mi dedim, yine mi sen… Bazı sabahlar da onunla uyanıyordum.
Ne ünlem, ne noktaydı...
Dev bir soru işareti o. Bana bakıyor, soruyor ama ben cevap veremiyordum…
Niye böyle olduğunu ben de bilmiyordum işte…
Hiç cevap vermedim… Üzerine yorganı örttüm.
Öylece yatağımda bıraktım, giyindim, evden çıktım.
Akşam eve geldiğimde çoktan gitmişti.

28 Haziran 2011 Salı

sen

Bir hayat yaşadığım. Ve bu hayat bence seninle yaşamak için çok kısa. Bir daha dünyaya gelmeliyiz. Bu sefer insan değil iki ağaç olmalıyız ıssız bir adada. Dallarımız birbirine uzanmalı. Yapraklarımız birbirine dokunmalı.
Ben yine senden kısa olabilirim, gölgende yaşatırsın beni.
Tek derdimiz, o bile olmamalı...

bişeyler

Nefes almayı bıraktığımdan beri olmaya başladı bunlar. Vücudumda benim bilmediğim yerlere çöreklendiler sanki, ruhumun yerine git gide onlar yerleşmeye başladı. O zaman ucuzlaşmaya başladı hayatımdaki en değerli şeyler. O zaman kör olmaya başladı gözlerim günden güne.
Ne için neyi yaptığım sorusunu sormaya başladığım andı, o zaman öksürmeye başladım. Nefes almaya zorladı beni birşeyler. Anlamaya başladım...

Ando Hiroshige ve Fuji Dağı




27 Haziran 2011 Pazartesi

Edep Dersi

Zavallı kızın bacaklarına kesik attığından nebze şüphem yoktu. Elalem ne de olsa, sana ne be kadın, metronun çavuşu musun sen… Olmaz. Bu hallerden hallere giren adama birisi ders vermeli ve ulu orta yerde yaptığı bu öküzlüğün haddini bildirmeli… Kız daha kaç yaşında; olsa olsa 15-16... Yaşından utan şerefsiz.
Saat 19.00 metro kalabalığının ortasında adama sağlam bir dirsek koymak üzere, ileri doğru bir kafa hareketi ile kendimi itiverdim. Çok şükür adama dirsek koyacak samimiyete erdim.
Kızcağız adamın bakışlarından rahatsız, eteğini oturduğu yerde çekiştiriyor, bir yandan da allah belanı versin diye söyleniyordu sanırım. Belli canım, o da sinirden kıpkırmızı olmuştu. Bizim ki ise, kızın hırçınlığından bile fantazi dünyasına pay çıkaracak edepteydi. Gayrettepe istasyonunda inmezse kesin adama dirsek koyacaktım…
Gayrettepe’de inmedi. İyice kalabalıklaştı kabin… 3, 2… 1 derken birden kıyamet koptu. Kız yerinden kalktı.
“senin ben ta azına… rım… a.na k..duumun pe..ze.ki, ya..raa..n an..te..i, ulan sen ne s.ksin beee. Şimdi sit.r gittt….”
Sessizlik….

“yürü lan a..k”

“Osmanbey”
İndim…

31 Mayıs 2011 Salı

An

Odanın kapısı verandaya açılıyordu. Verandanın önünden, vadinin yamacına kadar alabildiğine uzanan bir üzüm bağı vardı. Eylül başıydı, üzümleri dalında görebildiğimiz şanslı bir gündü. Sanırsın, bağlar denize kadar uzanacak, denizle birleştiği yer lâl olacak. Karanlıkta denizi ancak uzaktan geçen yük gemilerinin ışıklarıyla ayırt edebiliyorduk. Yağmur yağıyordu. Tenlerimiz, ıslanmış ve ürpermiş, yağan yağmura aldırmadan ara ara değiveriyorlardı birbirlerine. Yağmur öylesine coşkulu ve baskındı ki ağlasak göz yaşlarımız figürân olacaktı bu gecede.
Sundurmanın saçaklarından şıp şıp damlıyordu yağmur toprağa… Arkamızdaki camın pervazına koyduğumuz kandiller az çok aydınlatıyordu etrafı, gölgelerimiz birleşmiş, adeta keşfedilmemiş bir kıta gibi önümüzde devleşmişti. Kokusu, toprak kokusundan da güzeldi şimdi. Onun kokusu… Her nefes aldığımda yeniliyordu hücrelerimi. Her bir hücrem ondan bir parça oluyordu. Beni doğuyordu sanki.
Bahçenin sahipsiz kedileri yağmurdan sakınan bir köşede birbirlerine sarılmış uyuyorlardı. Yağmur dinmiyordu, hiç bitmesin istiyordum sevişmesi toprakla. Çok güzel bir geceydi, evet yağmurluydu fakat aksine kasvetli değildi. Islanıyorduk, sessizdik, düşünüyorduk ve heyecanlıydık o gecede… Ahşap masanın etrafında, ayakları dengesiz sandalyelerde otururken öylece, eğreti duruyordu ellerimiz, omuzlarımız. Tıpkı kapının önünde, annesinin elini tutup parka götürmesini bekleyen bir kız çocuğunun heyecanı vardı bende, elimi tutsa ve beni öpse diyordum… Yağmur yağmaya devam ediyordu. Cep radyosunun cızırdayan naif sesi geliyordu içerideki odadan. Yunan radyosu çekiyordu. Vakur ve kendinden emin, iri gözlü, dolgun kalçalı bir kadındı bence bu şarkıyı söyleyen, söylerken de ağzında hep sigarası vardı sanki.
Ayağa kalktım çok keyifliydim ve biraz da sarhoştum. Kapının eşiğinde ayakkabılarımı çıkarırken ayaklarıma baktığını gördüm. Biraz utanıyordum ama dönüp ona bakamıyordum, ayaklarımı hiç sevmem ki… Şarap almak için odaya girdim. Açacak almayı unutmuştuk, bıçağın sapıyla mantarı şişenin ağzından içeriye ittirdim. Radyonun sesini açtım. Hızlıca ayakkabılarımı giyip yanına gittim.
Sandalyemi iyice onunkinin yanına yanaştırdım. Kafamı omzuna yasladım. Mis kokuyordu. Tam burada, omzunda, sonsuza kadar hüküm sürdüğümü düşündüm… Lavanta tarlasına çırılçıplak uzanmışım gibi hissettim.
Kibrit kalmamış, sigaramı neyle yakacağımı düşündüm, bir an gerçek dünyaya kısa bir dönüş yaptım.
Hırkamın ceplerini yokladım, camın pervazına baktım… O sigara içmez, ona soramadım.
“Rüştünü sigara içerek ispatlamaya çalışan kızlara benziyorsun. Güvercin kanadı gibi o beyaz ve kırılgan ellerin saçlarında gezinirken güzellerdi biraz önce, içmesen sigara?” dedi
Bana söylediği her şeyin bu kadar masalsı olması kimi zaman beni mutlu ettiği kadar, kibrit ararken geri döndüğüm gerçeklik kadar da korkutucu geliyordu. Masal ve gerçeklik ikilemi…
Günün birinde bu gerçeklikle baş başa kalmaktan korkuyordum. Masallardaki mutlu ve güzel prenses olarak kalmayı, bir ömür mutlu olmayı istiyordum.
Kibrit aramak yerine, onu öpmek istedim. Öpünce masallar diyarına yine geri döndüm. Lavanta tarlasına uzandım yeniden, hafif bir meltem esti…

26 Ocak 2011 Çarşamba

bademli sufle

Yok böyle güzel birşey... Bu tatlıdan birazcık yediğimde cennete gidip geliyormuşum gibi hissediyorum...

Nerde mi yenir? @istanbul modern

25 Ocak 2011 Salı

24 Ocak 2011 Pazartesi

minik


Kedim...

Ne kedi ama. Kendisini hiç sevdirmez. Yılışmayı sevmez. Tamam ben sahibiyim, mamasını suyunu veriyorum diye iki yanak alamazsın ondan. Erkek kedidir. Anne-oğul arasındaki ilişkiye dikkat eder.
Bazen keşke kucağıma gelse de kafasını, patilerini okşasam diyorum... Onu sevebildiğim yegane zaman, camın pervazına çıktığı zaman. Özgülürlük dürtüsüyle geziniyor pervazda ama düşücem korkusuyla da onu tuttuğum zaman bana bırakıveriyor kendini... Kurnaz kedi işte, annesi kılıklı...



Çocuklar gibi şendim.

Kalpazankaya'da...

13 Ocak 2011 Perşembe

alice harikalar diyarı

"Alice" bir kanal vardı Digiturk'te...

Şef, makarnalar yapar, yeni kıyımdan gelmiş tavşanları pişirir, domuzu şaraba yatırır, trüf mantarlarından sos yapar, gelsin parmasanlar, ricottalar, lar lar lar....

Erimiş çikolatalar, yanmış şekerler, beyaz kremalar, karamelalar allah allah...

Ve şefimiz tavsiye eder; bu yemeğin yanında ancak ve ancak zartunya vadisinde çıkan zortun üzümünden üretilen kalın gövdeli zonkinyo şarabını içebilirsin dostum...

Dokunmak

“Sana dokunmak istiyorum!
Hissetmek:
Ellerini,
Narin ve yumuşak…
Soğuk biraz ama dokununca terleyen!” –W. SHAKESPEARE

5. duyu. Olmazsa olmaz duyu. Ev sahibi duyu, ana duyu.
Hiç düşündünüz mü bu duyunun olmadığını. Gördüğünüz şeylerin aslında göründüğü gibi olmadığını... Belki bir resim çizememek, belki saçını tarayamamak, sevişememek, sevmeyi bilememek, yaşayamamak gibi olmaz mıydı…
Dokunmak…
Eyleme, düşünceye, duyguya anlam katan şeydir.
Duyguların bir çeşit sağlaması değil midir dokunmak…
Anın duyumu ve onu harekete geçirme durumu gibi.
Yaşama inanmaktır dokunmak.
Annenin bebeğine, daha o doğmadan söyledikleridir.
İletişimdir.
Hissetmenin katı halidir.
Kelimelere sığmayanların ötesidir, cesarettir dokunmak. Kimi zaman ölmektir bedeli…
Sığınmaktır, özlemektir dokunmak… Sevgilidir ve aşkın ham maddesidir.
Özgürlüktür, iz bırakmaktır.
Dokunmak insan olmaktır. Kendini tanımaktır, insanı tanımaktır.
Çocuğun sokak kedisini okşamasıdır.
Omzundaki bir eldir, güvendir.
Naiftir ve kimi zaman değildir. Şiddettir, öfkedir.
Görememektir.
Dokunarak hissetmek, hisettiklerinle hayatı birleştirmektir…