29 Şubat 2012 Çarşamba

oy benim tatlı biskolatam


ele dikkat!

Yok nasıl olunur?




Nasıl kadın olunur? (Stephanie Seymour)

Mayolu resminde 42 yasında ve yanındaki oğlu yanılmıyorsam.





Nasıl erkek olunur?





Tayyip, bu şarkı sana yazılmış lan.

Justice is lost
Justice is raped
Justice is gone

Bir Kavanoz Dolusu Zaman



Ondan ne dileyeceğimi biliyordum. Sigaramı söndürdüm ve söyledim. Emin olmak için yeniden sordum…
-Bunu benim için gerçekten yapacak mısın? Bu yüzden mi onca yoldan geldin? Benim için…
- İşin aslı, seninle alâkası yok, yani, sen oldukça sıradan bir insansın, iyi olman da önemli değil… Ben de sıradan bir elçiyim. Benden bunu yapmamı isteyen daha üst bir merci var. Bu yüzden sana bir şans daha veriliyor, sanırım bu dileğin gerçekleşmesi durumunda Tanrı ikna olacak. Ama bunu gerçekleştirebilmen için bana biraz önce verdiğin sözü unutmaman gerekiyor, inancını asla kaybetmeyeceksin. Eğer bu şansı değerlendiremezsen insanlar üzerinde yeniden bazı ayarların yapılması gerekecek.
- Sözümü unutmayacağım.
Peki seni Tanrı mı gönderdi?
- Tanrı mı, o tatilde…
Hazır mısın, başlıyorsun. 3… 2… 1…
Birden fırtına koptu, kumdan yelkenli bir gemi beni aldı, karanlık aralandı güneş açtı, sonra havada uçuşan yaprakları gördüm, kanatlarını tarayan martılar vardı, burnuma mis gibi deniz kokusu geldi, kulaklarım ve ellerim birden üşümeye başladı -hava soğudu, ağaçlar aralandı serçelerin gülücüklerini duydum ve aşağıya doğru baktığımda onu gördüm, zaman durdu -kalbim değil, o çimenlere oturmuş denize bakıyordu, soğuktan kızarmış elleriyle yer yer aralanmış çıplak toprağa dokunuyordu… Onun yanına inmek istedim. Sanki hiç gitmemişti bir adım öteye ben gittiğimden beri. Filmin değişeceğini biliyordu. Bir kere daha inanmanın ne güzel olduğunu kalbimde gümbür gümbür hissettim. Yavaşça alçaldım, bir kuş gibi yanıbaşına kondum. Yanağından öptüm, herşey yeniden başladı…
Birden annelerinden izinsiz, cennetten kaçan iki yaramaz çocuk olduk. Grapelli, üzerimizdeki çınarın dalına oturmuş kemanını çalıyor, melodisi içerisinde, bir do’nun bir si’nin etrafında dans ediyorduk. Şarkılarca birbirimizi kovalıyor, saklanbaç oynuyorduk. Manzaranın müthiş bir tınısı, müziğin ise göz alıcı, berrak bir rengi vardı. Toprak dalgalanıyor, biz korkmadan yüzüyorduk. Denizde midyesine binmiş bir adam vardı, evinin yolunu kaybetmiş bize soruyordu. Bir ileri iki geri devamlı gidip geliyordu. Deniz kızları kayalıklarda ip atlıyordu. Seslerin bile ötesindeydik. Konuşmasak da anlaşıyorduk. Dünyanın üzerinden bir kaydıraçla uzaya doğru kayıyorduk. Öyle büyük boşluk vardı ki, o boşluğu dolduran bizlerdik.
Bir yandan da, çok bilmiş elçiye verdiğim sözü unutmamak için devamlı aklıma getirmeye çalışıyordum. Yolda yürürken bir çocuk sesi beni takip ediyor, bana “unutma sakın, unutma” diyordu. Bunu yalnızca benim duyuyor olmam da biraz rahatsız ediciydi.
Zaman ilerliyordu. Akşam olmaya yakın, eflâtunî bir tül gökyüzünden aşağı süzüldü.Tülden salıncaklarla orman perileri şarkılar söyleyerek üzerimizde sallanmaya başladılar. Ve bizi o tülün altında kutsadılar. Ağaçtan gelen keman sesi git gide azalmaya başladı, kuşlar dallarda masalarını hazırlamış şaraplarını yudumlarken biz çekirgeler gibi zıp zıp zıplıyorduk bir uçtan bir diğer uca. Bu muhteşem armoni bitmesin istiyorduk. Ama bu masaldaki tek gerçeklik zamandı ve acımasızdı.
Ve, renkler teker teker kayboldu. Karanlık çöktü. Sokak lambalarının cılız ışığı altında bulduk kendimizi. Biz iki çocukken bir anda genç oluverdik. Sadece el ele tutuşmuyorduk, birbirimizi öpmeden duramıyorduk. Bir ömür gibiydi o gün. Saatler ilerledikçe herşey eskiyecek, yıpranacak, yaşlanacak ve ölecek gibiydi.
Yaşlandıkça yorulmaya başlamıştık. Sokağın kenarında yalnız bir banka oturduk. Saatin sesi hep kulağımdaydı. Tik tak… Zaman gelmek üzereydi. Geçen zamanı ise bir kavanoz içerisinde sırt çantamda saklıyordum. Yok olmadan, unutulmadan hemen kavanozun içerisine koyuyor kapağını sıkıca kapatıyordum.
Biraz dinlenmek istedik. Kibrit çöpünden yapılan pansiyona gittik. Katları çıkarken yıkılmaması için nefes almıyordum. Oda koskoca bir buz kütlesi kadar soğuktu. Fakat bu düzenek ona sarılmam için kurulmuştu. Ben çok üşüyeceğim ve o da bana çok sarılacaktı. O gün, karanlık çökmeye başladıktan sonra, yavaş yavaş tedirgin olmaya başladım. Karanlıktan korktuğumda ona bakıyordum ve bir ışık hüzmesi karalığın bile bilmediği deliklerden çıkıyor, dolanıyordu etrafıma, beni sarıyordu. Bu ne büyük bir huzurdu…
Şimdi tam zamanı bunu söylemeliyim derken, birden farklı sesler duyulmaya başlandı odada. Sanki kalabalık ve kötü niyetli bir grubun bilmediğim bir dilde söylediği sözcükler gibiydi. Benim için anlamlı olmayan seslerdi ki, o dikkatle dinledi. Her birinden bir anlam çıkardı. O anlamlar sanki aramızda bir duvar örmeye başladı. Ben ondan uzaklaşıyordum, kibritten otel yanıyordu. Korkmaya başladım ve yatağa yattım. O ise, gelen seslerden sonra birden değişmeye başladı. Göz alıcı rengi, bir gölgeye dönüştü. Tam ona sarılacakken kuzgunî bir karanlık içerisinde kollarım kayboluyordu. Verdiğim sözü hatırlamaya çalışıyordum. Eğer onu söylersem herşey düzelecekti.
O karanlığıyla birlikte üzerime çöküyordu. Sanki biri balonları tek tek patlatıyor ya da mumları tek tek söndürüyor gibi bu muhteşem gün anbe an, ürkünç bir şekilde yok oluyordu. Bizler tablodan siliniyorduk. Ben silinirsem o da silinecekti. Buna izin vermek istemiyordum ama konuşamıyor ve hareket edemiyordum. Bilincim tüm dikkatiyle ayakta, bedenim ise ölü gibiydi. O da bunu biliyor üzerime geliyordu, sanki beni de içine almak ister gibi. Bunun olmasına izin vermemem gerekiyordu. Benim daha güçlü olmam, onu elinden tutup tekrar gün ışığına çıkarmam gerekiyordu… O inancını kaybettikçe yok oluyor ben ise karanlıkta onun ellerini arıyordum ; tekrar bulup çıkarmak istiyordum
Bu muydu, bizi güzelliğiyle sabah doğurması ve akşam karanlığında bizi boğması mıydı tüm hikaye. Buna bu sefer izin vermeyecektim. Gözlerimi yumdum, o karanlığın içerisine son kez girdim. O kadar karanlık ve o kadar soğuktu ki, sadece titreyerek ilerliyordum içerisinde. Bir hisle onu gördüm, avcuma aldım. Öptüm kalbini. Söz verdiğim şeyi hatırladım, asla inancımı kaybetmemem gerektiğini… O dört kelimeyi söyledim… Eğer bunu söylersem zaman ve tarih değişecek. Hersey bir masal kadar güzel olacaktı. “herşey çok güzel olacak.” dedim, karanlıkta sesim yankılandı..
Geri dönerken içimde hiç kuşku ve şüphe yoktu. O gitmeyecekti ve beni de karanlıklar içerisine tekrar gömmeyecekti. Hersey bizim olmasını istediğimiz kadar güzel olacaktı. Geri döndüğümde oda bomboştu ve ışıklar yanıyordu. Sokakta ise uzayan bir gölge git gide buradan uzaklaşıyordu.
Çantamın içinden kavanozumu çıkardım. Kapağını açmadım. Öylece içine baktım. Tekrar hatırladım geçen zamanı. Saatler geçti sabah oldu. Güneş doğdu, gölgeler bir süreliğine tekrar yok oldu.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Uzayda bir aile yemeği





Pek yakın bir gelecekte , biricik sevdiceğimle ve cocuğumla, uzayda, güneş ile ayın arasında, ortada ve boncuk dünyamızı tam karşımıza alacağımız bir yerde masa kurmak ve orada ailemle yemek içmek isterim… Her zaman bir arada yaptığımız paha biçilemez konuşmaların bir diğerini de orada yapmak ne güzel olurdu. Ay ve güneşin de bu muhabbete katılmalarını rica ederdik.
Hayata olan inancimı, tabiyata olan düşkünlüğümü, kendime olan saygımı ve sevgimi, inanmak ve sevmek üzerine kurulu hayatımı, hergün yeni bir soru ile cevap arayan günlerimi bu güzel dünyada yaşadığım her şeye borçluyum. Ve bu dünyayi avucunun içinde zarar görmemesi için sıkıca tutan evrene...
Son zamanlarda gözlemledigim bir sey var, evrene pozitif enerji yollamak, ne bok yersen ye evrenin sana iyi birşeyler sunacağına dair şimdiki zamanlı cümlelerle iyi niyetlerde bulunmak... Bunlar tamamen zavallı insan motivasyonları kimine gore. Eger sen ne istedigini tam bilmezsen evren bununla mı uğraşacak biricik kardeşim... Bu nasıl bir tembelliktir böyle, bu nasıl bir bencilliktir. Sen ecelin her gün ensende gezerken, bu dünya dönmeye devam edecek. Senin gibiler için mi dönecek, yoksa taş üstüne taş koymak isteyen ve ne istediğini bilen, ya da en azından bilmek ve öğrenmek için çabalayan insanlar için mi dönecek. Sen ölüm derken kimileri bu yıldızlı göklerin ne zaman döndüğünü sorgularken, koskoca evren senin korkularınla mı uğraşacak. Bu kadar küçük dünyası olanlar için dünya gayya kuyusu mübarek…
Yani evrilmişin insan olmuşun ama doğrulamamışın, ya da kitapları yalamışın yutmuşun kime fayda… Alıntılardan öteye gidemezsinki bu dünyada. Keşke herkesin kendi dünyası olsa. Herkes komşulucuk oynasa, keşfe çıksak sonra gelsek kendi dünyamıza..
Nerde kalmıştım; Çocuğum da bu masada olsun isterim, şimdilik piyasada kendisi yok ama olmalı o zamana kadar. Fırsatın alâsını bulmuşken, dünyayı daha ufacık yaştan sorgulamaya başlamalı.
Bir dünya bu, boncuk gibi masmavi, parlayan bir ışık, göz alıcı güzel bir kadın, şefkatli bir baba, küskün bir dost belki de.... Maalesef bunu düşünmek bile büyük üzüntü ama küsmüş olamaz mı bize. Bir insan ki inancini kaybedip kendinden uzaklaşmış, sevmeyi bilmez olmuş, hep almış hiç vermemiş,dost meclisinde bir yabancı olmuş, kaygıya düşmüş sigara içmiş, hasta olmuş tanrıdan bilmiş, ruhunu satmış ya da kaybetmiş bulamamış, doğasını silmiş yerine mezarlar çizmiş, en sonunda bencil olmus ve sonuna kadar vaz geçmiş... Bu insan bu dunyadan ne anlar. Bu dunya o insana ne sunabilir. Ampulun icinde bir tungstensin ama bilmiyorsun ki sen olmasan ampul etrafı nasil aydinlatır...
Cocuğum uzayda sırtını yasladığı sandalyeden dünyaya bakacak, kocaman meraklı gözleriyle bana ya da babasına soracak; “o zaman bu koskoca guzel dunyada biz nerdeyiz diye?” Biz bit kadar görünen şu ülkedeyiz desem, çocuğum üzülmeyecek mi? O zaman parmağımın ucuyla gosteremeyecegim kadar her yerdeyiz diyecegim. Bu dunya isteyene bir kafes isteyene bir cennet diyecegim. Uzayda atmak serbest, yerçekimsiz ortam ne de olsa, laflar bir yere bir zaman varır.
Çok küçükken annem yatmadan önce sırtmı kaşımaya odama gelirdi. Her çocuğun sorduğu klasik ve hatta banal diyebileceğim, “bilinmeyen allah” ile ilgili sorular sorardım. Annem de allah sensin derdi, o senin kalbin derdi... Bu lafları yüzünden din derslerinden kırık almakla kalmayıp hocalarla da papaz olmusumdur. Ben tanrıyım ya, sen ne diyorsun hoca. Ben var ya ne istesem yaparım annem öyle söyledi. Benim kalbim ve aklım seninkini döver hoca….
Bu kadar guzel insanları barındiran dunya ise çok şanslı olmalı ve bunun da farkinda oldugu icin bu dünyadan anlamayan insanlara birseyler öğretmek istiyor olmalı diye düşünüyorum. Bu dunyadan anlamayan insan, layığıyla elimine olur. Önune geleni yer yutar ama bu bolluk bereket nerden geliyor yahut biter mi günün birinde demez. Devamlı alır. Hak yer, hukuk yer, yine de alır. Ya kara cahildir ya da yazılı kitapların içerisinde kaybolmuştur ve alıntılamaktan öteye gidecek düşünce ve hayal gücünden yoksundur. Son zamanlarda sosyal ağlarda görüyorum tırnak içi alıntıları, ya da sağda solda kendi düşüncesiymiş gibi yazılan yazıları. Ne gerek varki, senin dünyanda bir düşüncde bulutun da mı yok kardeş. Belki de taşa yapışmış midyedir onlar. İçi mis gibi dolma dolu.
Uzayda, masamızdan seyreylediğimiz mis gibi kokan, boncuk gibi dünyamızı selamlayacağız minik ellerimizle.Şükderedeceğiz bir arada olduğumuz için, insan olduğumuz için, dünya bizi evren dünyayı kabul ettiği için.
Yemek bittikten sonra 3 liraya aldığımız su dolu pet şişelerimizle dünyaya geri dönüş yoluna koyulacağız. Yolda ihtiyaç molası vermek için durup tepeden dünyanın içine sıçacağız. İnsan gübresi düştüğü yerde bir ot olacak, ya da yere inene kadar taş olup hedef aldığı bir insanın kafasını boylayacak…

23 Şubat 2012 Perşembe

Kizlar meclisi sene 2012

Kizlar iyidir candir. Yillardir yaninda olan gunluklerin gibidir. Her bir araya gelisimizde mutluluk sarhosu oluruz. Konusacak yine onlarca konu buluruz zaman yetmez hepsini konusmaya.
Ben yine tam saatinde geldim. Hep dakiktim zaten ve hep beklerim. Canim cigerim kizlari bekliyorum. Dostlarimi da yazacagim dedim, madem en erken ben geldim, yine.

enfes

İlâhi Aşk

Un bel di vedremo aryası, yeryüzünde, taşların bile erimesine neden olabilecek bir cehennemi- duygusal travmayı anlatır…
Puccini’nin nasıl bir dünyada bunu yarattıgı ise bilinmez bir türlü…
Bir aşk vardır ki, her hücresi ondan olmuş, her nefesi yarım ve buna razı. İnanmak ve beklemek ise tanrıdan cio-cio san’a verilen bir hediye gibi..
Bu hikayenin sonu ise yaratır bu muhteşem aryayı, her dinleyişte ürpertir insanı. Adam yalan söylemiştir ve amerikalı karısıyla birlikte japon geyşasından olan oğlunu almaya gelmiştir.
Aşkını kaybeden cio-cio san ise onu bu dünyada bulamayacağını anlar- benim yorumum-, cocuğunun gözünü bağlar ve önünde harakiri yapar. Belki gittiği yerde bulacaktır aşkını tekrar, bir ağacın gölgesinde ya da bir resmin içerisinde…
Aryayı dinlerken herkesin içinde bir zamanlar ya da şimdi ya da süregelen, halen daha insanın ruhunda tamiri mümkün olmayan çizikler, can acıtmaya başlar biraz az veya biraz çok.
Tanrısal bir şey değil mi inanmak, önce inanmak sonuna kadar ve tutkuyla sevmek. Bencil olmamak, tanrı gibi yaşamak değil midir aşk… Kimi zaman yaşanılan herşey bir masal gibi gelir eğer dönüp arkanda bıraktıysan. Bayan Kelebek adının koyulduğu zarif cio-cio san da öyle yaşamıştı hikayesini… Erkeğinin ona portakal kokulu eşim demesi idi bütün hikaye belki de… Erkeğinin ise bir karanlık kuyuda boğulmak üzere can çekişmesi ve yukarı çıkmak için portakal kokulu eşini dibe çekmesiydi, boğmasıydı yüce aşkını- netice… Muhteşem bir haz için uydurmaca bir nikah ile her gece becermesiydi eşini.
Buydu adamın sikip attığı parantez içi aşkı.
“One fine day, we’ll notice
A thread of smoke arising on the sea
In the far horizon,
And then the ship appearing.
Then the trim white vessel
Glides into the harbor,
Thunders forth her cannon.
See you? He is coming!
I do not go to meet him.
Not I. I stay
Upon the brow of the hillock and wait, and wait
For a long time, but never weary
Of the long waiting.
From out the crowded city,
There is coming a man –
A little speck in the distance, climbing the hillock.
Can you guess who it is?
And when he’s reached the summit
Can you guess what he’ll say?
He will call “Butterfly” from the dstance.
I, without answering,
Hold myself quietly concaled,
A bit to tease him, and a bit so as not to die
At our first meeting; and then, a little troubled,
He will call, he will call:
“Dear baby-wife of mine, dear little orange-blossom!
The names he used to call me when he came here.
This will all come to pass, just as I tell you.
Banish your idle fears – for he’ll return, I know it.”

14 Şubat 2012 Salı

Aziz Valentin Gününüz Kutlu Olsun...


Gün sizin gününüz ey sevgilimsiler.

gelmiş geçmiş en sürreal klip ve en sürreal şarkı diyebilirim, hastasıyığmmm beğn

ada sahillerinde




New Condoms





ATATÜRK'Ü DUYMAK


Ulu rüzgarlar esmedikçe
Yaşamak uyumak gibi.
Kişi ne zaman dinç
Dalgalanırsa bayrak bayrak gibi.

Ne var şu dünyada ekmekten daha aziz?
Sürdüğün tarlalara sevginle serpildik,
Ekmek olmak icin önce
Buğday olmak gibi.

Silinir sözlüklerden sen hatıra geldikçe
Cılız sözler: usanmak, yorulmak, durmak gibi.
Kuvvettir yaptıkların her yeni yetişene,
Bir ışık-kaynak gibi.

En yakınlar zamanla fersahlarca uzak gibi;
Bir sen varsın kalacak, bir sen ölümsüz
Daha da yakınsın, daha da sıcak.
Bıraktığın toprak gibi.

Kaç Türk var şu dünyada, bir o kadar susuz:
Hepsinin gönlünde sen, bir pınar bulmak gibi.
Ancak senin havanda sağlıklar, esenlikler;
Olmaya devlet cihanda Atatürk'ü duymak gibi.

Behçet Necatigil.

Kısa Bir Özet- devam

Yazdığım "kısa bir özet yazısı" ile ilgili bazılarının üzerine alındığını duydum bir yakınımdan. Bunlar yalakalık olsun diye patronlarına "aaa bak ne yazmış çoook ayıııp." diyenler olabilir.
Biraz pencerelerinizi açın artık, bu sistem sadece birkaç iş yerinde yok, o kadar çok yerde var ki. Hatta dünyada birçok kurumda, iş yerlerinde uygulanan sistem. Ve malesef pek çoğu çalışanlarını sömürüyor. Yazıyı yazmamdan bir kaç gün evveline kadar yakınlarımla bir arada çok defalarca konuşulan bir konuydu bu. Keşke benim yazımdan üstüne alınan kurnaz insanların çalıştığı yer gibi çalışanlarına karşı etik sayılabilecek iş yerleri olsa. Bu bir övgüdür ve eskiden çalışılan ekmek kazandığım yere ve insanlara saygıdır.
Dünyada var olan bazıları gibi don lastiği kıvamında olsaydım bazılarınınızın iki yüzüyle ilgili yazacak birkaç lafım daha olurdu ama diyeceğim odur ki, ben burdan dünya ile, dünyam ile ilgili şeyleri yazıyorum. Yazdığım o yazı ise tekrar ediyorum, var olan sistemin tüm dünya emekçileri üzerindeki olumsuz etkileri ile ilgili bir yazıydı... Bazıları geniş karakterleri kadar geniş düşünebilseler anlayan olurdu, anlayan da oldu çok aslında. Okuyanlardan pek çoğu güzel şeyler söylediler.
Hadi üstüne alınabileceklere diyorum. İlham kaynağım evet kapitalist düzenin düzmecesiydi, bir de bunun yanı sıra biraz da sizler değil miydiniz. Bazılarınızın oynadığı roller değilmiydi, o yazı yazılmadan birkaç hafta, birkaç ay öncesinde ve belkide şu anda bile sistemle ilgili, yönetimle ilgili aralarında cikcik konuşanlardı. Dut mu yediniz şimdi?
Kimin çamaşırı kirli kim bilir...

Üstlerine alınabilecek zatlar, tekneye sığınan mülteciler, teknenin dümenini eline alan birkaç insana bakın da nasıl iş sahibi olunur, nasıl etik çalışılır, nasıl gelecek planlanır öğrenmeye gayret edin. Eminim yardımcı olacaklardır size. Kimseleri suistimal etmeyin. Eninde sonunda ortaya çıkar herkesin mis gibi ten kokusu…
Hadi hepinize kolay gelsin.

Hayat mis gibi tadını çıkarın anın, bırakın dedikodu yapmayı. :)

7 Şubat 2012 Salı

Likörlü çikolata

Mis gibidir. En guzelleri eski usul butik pastanelerde olur. Yaldizli folyolara sararlar...
Visne likorlu olanlari favorimdir her zaman. İnci profiteroldekiler efsane iyiler...
Simdi olsa bir kac tane yerdim, belki koltukta sızardim sonra...