Yaşadığımız bir ilişki bittikten sonra (bu evlilik veya flört de olabilir),
uzun süren bir yalnızlık dönemi yaşarız. Bir müddet sonra bu yalnızlık dönemi
canımızı sıkmaya başlar. Aşık olma isteği duymaya başlarız. Çünkü tek düze
heyecansız bir hayat sıkar insanı. Şöyle harika bir aşk yaşasam da mutlu olsam
deriz. Ama ne gezer. Aşk insanı mutlu eder ama bir o kadar da acı verir. Aşık
olan insana rahat huzur yoktur. Bir gün mutluluğu yaşıyorsak ertesi gün
kendimizi ağlar buluruz. Oysaki düne kadar ne kadar dingin ve huzurlu bir
hayatımız vardı. Portekizli yazar Marina Alcoforado, aşık olduğu Chamilly
Kontuna yazdığı mektupta bakın ne diyor;
“Neden olduğunuz mutsuzluk
için kalbimin derinliklerinden teşekkür ediyorum size. Sizi tanımadan önce
yaşadığım dinginlikten, nefret ediyorum.”
Aşk insana, aynı zamanda mutsuzluk veren bir duygu. O uzun süren
dinginliğin arkasından geliyor. Nasıl bir dinginlik yaşıyoruz ki, mutsuzluğu
özlüyoruz. Dergide Portekizli yazar Marina Alcoforado’nun hayatını kaleme alan
Ahmet Celal, yazarın fikirlerini şöyle ifade etmiş;
“Bir çıldırma haliydi aşk ve belki de herkesin yaşamında çılgınca şeyler
yapmaya ihtiyacı olduğu için aşık oluyorduk. O çılgınlık bize ne kazandırıyor,
neyi tattırıyordu ki eksikliğini hissedip arıyor, çektireceklerini bile bile
pek fazla kaçıp kurtulmaya çalışmıyorduk.”
Demek ki, yalnızlık ve dinginlik insan ruhuna huzur vereceğine çılgınlık
hissi veren bir duygu. En sakin insanın bile içinde fırtınalar esebiliyor. Bazı
kişiler bu çılgınlığı hayata geçirir, bazı kişiler çılgınlığı bastırarak yaşar.
O zaman da içindeki fırtınalar, kasırgalara dönüşür. Oysaki insan, doğasına
ayak uydurmalı ve bu çılgınlıkları yaşamalı. Yoksa acısı fena halde vücudunun
bir yerinden hastalık olarak ortaya çıkar. Ahmet Celal, Marina Alcoforada’yı
anlatmaya devam ediyor.
“Milyonlarca yıldır hep aynı yöne ve aynı hızda, yörüngesinden bir milim
şaşmadan dönen dünya dahi, lavlar fışkırtarak patlayan yanardağlarla,
depremlerle sarsılmasa, kasırgalarla, sellerle hırpalanmasa yaşamını
sürdürebilir miydi? Onun tabiatı yaratıyordu bunları ve insan denilen dünya da
arada bir kendi tabiatının koşullarına boyun eğmese yaşamazdı belki.”
Yaşanmadık mevsim bırakmamak için bazen riske girmek gerekiyor. Yani
mutsuzluğu göze almak önemli tabii. Eğer göze almazsak, o güzel aşkı,
yaşayamayız. Pişmanlıklarla dolu yıllar başlar. Yıllar sonra da dilimizden
düşürmediğimiz tek kelime olur. Keşke......Keşke...Keşke.
ABD’li şair ve yazar Charles Bukowski’nin pişmanlık konusundaki fikirleri:
“Aklıma yatan tek pişmanlık, yapılmış değil yapılmamış bir şey yüzünden
hissedilen olabilir.”
Ben de aynı şeyi düşünüyorum. Yıllar geçtikçe eğer dağarcığımızda keşke’lerimiz
çok ise bilin ki hayatımızda eksik bir şeyler var. Ünlü şair Pablo Neruda bir
şiirinde şöyle diyor;
YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER AŞKDA VE İŞTE BEDBAHT OLUP İSTİKAMET DEĞİŞTİRMEYENLER
RÜYALARINI GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN RİSK ALMAYANLAR
HAYATLARINDA BİR KEZ DAHİ MANTIKLI TAVSİYELERİN DIŞINA ÇIKMAMIŞ OLANLAR
YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER
ŞİMDİ YAŞAYIN
BUGÜN RİSKE GİRİN
HEMEN HAREKETE GEÇİN
KENDİNİ YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜME TESLİM ETME!
MUTLULUKTAN KAÇINMA
Hiçbir ilişki dört dörtlük olmaz. Hayatımızda bir sürü yanlış ilişki olabilir.
Ama yaşamadan bilemeyiz.
ABD’li şair ve yazar Charles Bukowski yaşamına giren kadınları şöyle
anlatıyor;
“Çok kadınım oldu ama. Sayısız, ama her biri tek ve eşsiz, her biri “bir”,
hepsi tam ve eksiksiz. Her kadını teniyle, kokusu, sıcağıyla sevdim. Hepsini
tek tek, elimden gelen en büyük özenle, yoğun bir istekle, sarhoş bir şehvet ve
nefretle sevdim kadınlarımı. Bütün bahçelerimi kasıp kavuran yangınlar oldu
aralarında, beni ölüme yaklaştıranlar, ölüme yakıştıranlar, ölüme yakışanlar
oldu. Beni hayatımdan alıp çakalların ortasına kemiksiz bir et yığını gibi
fırlatanlar oldu. Beni öldürenler, benim için ölenler oldu. Ama hiçbiri bende
ölmedi”.
Şairin yaşadığı deneyimlere bakar mısınız? Eğer bu ilişkileri yaşamamış
olsaydı belki de bu kadar ünlü bir yazar olamazdı.
Aynı konuyu Ahmet Altan da İçimizdeki Bir Yer isimli kitabında işlemiş.
“Nice aşk yitirdim ben.
Kışkırtıcı bir bakışıyla çılgına döndüğüm, bir dudak büküşüyle ağulu acılar
çektiğim, kahkahalarıyla şenlenip gözyaşlarıyla kederlendiğim, bir tanrıça
katına çıkartıp tapındığım, kutsal mabetlerinin sunaklarına hayatımı bir adak
gibi bırakmayı arzuladığım, memelerinde, kasıklarında, kalçalarında,
bacaklarında, boyunlarında adanmış topraklarda dolaşan bir sofu gibi vecd
içinde kendimden geçerek dolaştığım, ayaklarına kapandığım, göğüslerinde
ağladığım, saçının bir teline halel gelmesin diye fütursuzca ölüme yürüyeceğimi
hissettiğim, bazen öldürmeyi şiddetle istediğim, onda yok olup onla var
olduğum, bana her defasında aşkı, acıyı, sevinci, hayatı ve ölümü yeniden
öğreten kadınlar yitirdim ben.”
Yaşadığımız büyük aşkların bir gün biteceğini bilmek belki de bazı zor
koşullara kendimizi hazırlamak açısından faydalı olabilir. Hiç bitmeyen aşk yok
mu? Tabii ki var. Ama onlar azınlıkta olduğundan istisnalar kaideyi bozmaz
demek zorundayım. İlişkilerin biteceğini Ahmet Altan da kabul ediyor;
“Biz üç kişiyiz.
Ben, sevdiğim ve ilişkimiz.
Beni sevdiğime bağlayan ilişki, bir zaman sonra beni sevdiğimden ayırıyor.
Yitirmenin ne olduğunu biliyorum.”diyor.
Ama yine de risk almaya değer..