31 Mayıs 2011 Salı

An

Odanın kapısı verandaya açılıyordu. Verandanın önünden, vadinin yamacına kadar alabildiğine uzanan bir üzüm bağı vardı. Eylül başıydı, üzümleri dalında görebildiğimiz şanslı bir gündü. Sanırsın, bağlar denize kadar uzanacak, denizle birleştiği yer lâl olacak. Karanlıkta denizi ancak uzaktan geçen yük gemilerinin ışıklarıyla ayırt edebiliyorduk. Yağmur yağıyordu. Tenlerimiz, ıslanmış ve ürpermiş, yağan yağmura aldırmadan ara ara değiveriyorlardı birbirlerine. Yağmur öylesine coşkulu ve baskındı ki ağlasak göz yaşlarımız figürân olacaktı bu gecede.
Sundurmanın saçaklarından şıp şıp damlıyordu yağmur toprağa… Arkamızdaki camın pervazına koyduğumuz kandiller az çok aydınlatıyordu etrafı, gölgelerimiz birleşmiş, adeta keşfedilmemiş bir kıta gibi önümüzde devleşmişti. Kokusu, toprak kokusundan da güzeldi şimdi. Onun kokusu… Her nefes aldığımda yeniliyordu hücrelerimi. Her bir hücrem ondan bir parça oluyordu. Beni doğuyordu sanki.
Bahçenin sahipsiz kedileri yağmurdan sakınan bir köşede birbirlerine sarılmış uyuyorlardı. Yağmur dinmiyordu, hiç bitmesin istiyordum sevişmesi toprakla. Çok güzel bir geceydi, evet yağmurluydu fakat aksine kasvetli değildi. Islanıyorduk, sessizdik, düşünüyorduk ve heyecanlıydık o gecede… Ahşap masanın etrafında, ayakları dengesiz sandalyelerde otururken öylece, eğreti duruyordu ellerimiz, omuzlarımız. Tıpkı kapının önünde, annesinin elini tutup parka götürmesini bekleyen bir kız çocuğunun heyecanı vardı bende, elimi tutsa ve beni öpse diyordum… Yağmur yağmaya devam ediyordu. Cep radyosunun cızırdayan naif sesi geliyordu içerideki odadan. Yunan radyosu çekiyordu. Vakur ve kendinden emin, iri gözlü, dolgun kalçalı bir kadındı bence bu şarkıyı söyleyen, söylerken de ağzında hep sigarası vardı sanki.
Ayağa kalktım çok keyifliydim ve biraz da sarhoştum. Kapının eşiğinde ayakkabılarımı çıkarırken ayaklarıma baktığını gördüm. Biraz utanıyordum ama dönüp ona bakamıyordum, ayaklarımı hiç sevmem ki… Şarap almak için odaya girdim. Açacak almayı unutmuştuk, bıçağın sapıyla mantarı şişenin ağzından içeriye ittirdim. Radyonun sesini açtım. Hızlıca ayakkabılarımı giyip yanına gittim.
Sandalyemi iyice onunkinin yanına yanaştırdım. Kafamı omzuna yasladım. Mis kokuyordu. Tam burada, omzunda, sonsuza kadar hüküm sürdüğümü düşündüm… Lavanta tarlasına çırılçıplak uzanmışım gibi hissettim.
Kibrit kalmamış, sigaramı neyle yakacağımı düşündüm, bir an gerçek dünyaya kısa bir dönüş yaptım.
Hırkamın ceplerini yokladım, camın pervazına baktım… O sigara içmez, ona soramadım.
“Rüştünü sigara içerek ispatlamaya çalışan kızlara benziyorsun. Güvercin kanadı gibi o beyaz ve kırılgan ellerin saçlarında gezinirken güzellerdi biraz önce, içmesen sigara?” dedi
Bana söylediği her şeyin bu kadar masalsı olması kimi zaman beni mutlu ettiği kadar, kibrit ararken geri döndüğüm gerçeklik kadar da korkutucu geliyordu. Masal ve gerçeklik ikilemi…
Günün birinde bu gerçeklikle baş başa kalmaktan korkuyordum. Masallardaki mutlu ve güzel prenses olarak kalmayı, bir ömür mutlu olmayı istiyordum.
Kibrit aramak yerine, onu öpmek istedim. Öpünce masallar diyarına yine geri döndüm. Lavanta tarlasına uzandım yeniden, hafif bir meltem esti…